26 Eylül 2010 Pazar

Black Door İstanbul'da deneysel film/video gösterimi

Nathan Lee'nin küratörlüğünü yaptığı bir önceki video gösterimi hakkında yazmıştım hatırlarsanız. Bu sefer Nathan'ın kendisi İstanbul'da değil ama uzaktan kumandayla güzel bir gösterim ayarlamış, yeni açılan ve kesinlikle ziyaret etmenizi tavsiye ettiğim Black Door İstanbul'da bu Çarşamba (29 Eylül) akşam 8'de... Yukarda 'film/video' gösterimi dememin nedeni altta bir işinin fotosunu koyduğum mükemmel Joseph Cornell'in bir filminin video transferinin de programda yer alması...

Adres ve haritayı buradan görebilirsiniz. Feysbuk event sayfası da budur.




Davetiye metninin orijinal İngilizcesi ve program altta, önce benim çevirim:


A/B MAKİNELERİ: UYARICI NİTELİKTE BİR ÖYKÜ
Nathan Lee'nin küratörlüğünde bir video gösterimi


Lütfen ses ve video dolu bir akşam için bize katılın...
Black Door Istanbul / 29.09.2010 – 20:00
Toplam Süre: 74 dakika


Merhaba. Makinen ne? Nasıl çalışır ve nereye gider? Sen bir arşivleme makinesi misin? Dikkatli olmayı unutma.


Orijinal İngilizcesi:


A/B MACHINES: A CAUTIONARY TALE
Video selection curated by Nathan Lee

Please join us for an evening of sound and video
Black Door Istanbul / 29.09.2010 – 20:00
Total Runtime: 74 min


Hello. What is your machine? How does it work and where does it go? Are you an archival machine? Remember to be careful.


Program:

1
Sleigh Bells – A/B Machines Live in NYC at Creator’s Project – June 26, 2010 HD
michaeldmaning
2010, video, 3:50 min


2
By Night With Torch and Spear
Joseph Cornell (w/music by John Zorn)
1940’s, 16mm transferred to video, 8 min


3
The Disappointment: Or, the Force of Credulity
Brian Springer
2007, video, 70 min


4
Careful
RZA, Joseph Kahn
2000, video, 4 min

24 Eylül 2010 Cuma

Boonmee Amcanız Filmekimi için İstanbul'a geliyor!


Duyduk Duymadık Demeyin!

İstanbul'un şanslı, yalnız ve güzel insanları 8-14 Ekim tarihleri arasında İKSV'nin düzenlediği 9. Filmekimi Festivali'ni yaşayacaklar. (İKSV "festival" olarak lanse etmiyor ama bu "festival" değildir de nedir?)

Orada burada her türlü tavsiyeyi duyacaksınız zaten, ben sadece bildiğimi okumakla (ve yazmakla) yetineceğim:

Geçen hafta Toronto Film Festivali'nde izlediğim Apichatpong'un (söylemesi kolay ve zevkli aslında: A-Pİ-ÇA-TPONG) Palme d'Or alan filmi Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives bence benzersiz ve büyük bir başyapıt. Sadece sinema tarihinde değil, Apichatpong'un kendi filmografisinde de bunun benzeri bir film yok. Hadi polemik dozunu biraz daha arttıralım: bence Palme d'Or almış en büyük 5-6 filmden biri!




Ayrıca da Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives'ın bu blog açısından bir anlamı daha var: Apichatpong eğitimini Art Institute of Chicago'da görmüş bir abimiz. İlk uzun metrajı Mysterious Objects at Noon'un sonunda da hocası Daniel Eisenberg'e teşekkür ediyor. Daniel Eisenberg deneysel sinemaya yıllarını vermiş, sinemaya hikayeli filmler yoluyla olduğu kadar deneysel sinema yoluyla bakan bir adam. Art Institute'un sinemasında deneysel film gösterimleri yapar sonra da son derece rahat bir ruh halinde filmler hakkında konuşurdu. Jack Chambers'ın büyük filmi Hart of London'ı onun sayesinde izlemiştim. Bir de hangi film olduğunu hatırlamadığım bir Chris Marker gösterimi yapmıştı mesela...


Demeye çalıştığım Apichatpong'un bu durumdan etkilenmemiş olması mümkün değil, zaten filmlerine baktığınız zaman da bunu net bir şekilde görebiliyorsunuz. Örneğin Uncle Boonmee Who Can Recall His Past Lives aslında Primitive Project isimli bir projenin bir parçası sadece. Bu projenin içinde video enstallasyonları, kısa filmler, vs. gibi birçok öğe var. Filmin adını hep tam olarak kullanmamın nedeni de bu biraz, aynı projenin içinde A Letter to Uncle Boonmee isimli bambaşka mı bambaşka bir kısa filmi bulunuyor Apichatpong'un. Buradan 1 Amerikan Doları vererek izleyebiliyonuz.

Bu konuyu Apichatpong'a Toronto'da sorma fırsatı buldum. Etkilendiğini belirttiği sinemacılar arasında ilk saydığı Bruce Baillie, hakikaten de deneysel sinemanın büyük dehalarından. Apichatpong'un sinemasına ilginç bir bakış kazandırıyor bize bu bilgi bence. İkisinde de aynı mitik, zaman-ötesi bir dünya yaratma arzusu ve aynı zamanda bu yaratılan dünyaya yarı-ironik bir mesafe var.

Apichatpong'un diğer saydığı yönetmenler arasında Stan Brakhage ve Kenneth Anger da vardı. Diğerlerini hatırlamıyorum.

Mustafa Emin Büyükcoşkun isimli arkadaşımız Apichatpong'la Hayal Perdesi sitesi için güzel bir söyleşi yapmış. Bu konuya da değinmiş sağolsun... Soru da, cevap da güzel olduğu için ikisini birden kopyalıyorum aşağıya. Röportajın bütününü buradan okuyabilirsiniz:

Mustafa Emin Büyükcoşkun: Oldukça özgün bir tarzınız var. Sadece sinemadan değil sinemanın alışılagelmiş kalıplarını aşmak için ciddi imkânlar taşıyan video-art ve deneysel sinemadan da beslenen interdisipliner bir bakış açısıyla filmler üretiyorsunuz. Deneysel sinema ve özellikle de video-artla olan bağınızı biraz anlatabilir misiniz? Bu medyalarda ne gibi avantajlar görüyorsunuz?
Apichatpong Weerasethakul: Benim için filmlerim melez hayvanlar gibi. Zira ben taşrada doğup büyüdüm, sonra başkent Bangkok’ta, ardından da bir süre Chicago’da yaşadım. O dönem deneysel sinemayla ilgileniyordum. Böylece 24 yaşındayken dünya sinemasının pek çok önemli örneğiyle karşılaştım. Sinemaya o kadar açtım ki ne bulursam seyrediyordum. Tayland’a döndüğümde “ömrüm boyunca böyle 16 mm, siyah-beyaz deneysel filmler yapacağım” dedim. Ama sonra anladım ki bu mümkün değil. Çünkü Tayland hikâyelerle dolu bir yer. Yani anlatacak çok şey var, ama deneysel sinema buna elverişli değil; belki fazla soğuk. Bu doğrultuda bir dil arayışına girdim ve bir tür deneysel-kurmaca bir form oluştu. Şimdilerde video-art alanında da işler üretiyorum, çünkü deneysel forma geri dönmek istiyorum. Bana göre sinema ve video-art birbirinin yankısı gibi. Meselâ son projem Primitive video-art ile sinemayı eşleştirdiğim bir çalışma. Bazen video-art filmlerimi etkiler bazen de filmlerim video-art çalışmalarımı etkiler.


Soğuk moğuk, bu deneysel sinema bilincinin yönetmenin filmlerine neler kattığını ifade etmek zor ama bunlardan bir tanesi filmin jeneriğinin başta veya sonda olması zorunluluğunu takmaması, örneğin Blissfully Yours'da jeneriği filmin üçte biri bittikten sonra girmesi. Bu kimilerine boş bir "gösteri" gibi gelebilir ama örneğin Michael Snow'u seviyorsanız bu taktiğin aslında ne kadar anlamlı kullanılabildiğini ve hem filme bir film gibi bakma dürüstlüğünü, hem de jeneriklerin bütün sanat eserinin entegre bir parçası olarak sunulmasının mizahi saygınlığını biliyorsunuz demektir.

Son olarak da, aslında henüz kendi kafamda toparlayamadığım bir şeyi farkettim geçen gün Tropical Malady'yi izlerken. "Bu kadar filmini izledim bu adamın, sürekli doğa gösteriyor, ama ben bu görüntülerden keyif alamıyorum!" diyordum kendime daha öncelerde. Tropical Malady'de birdenbire şimşekler çaktı: Apiçatpong'un tüm kompozisyonları aslında alıştığımız dışavurumcu kompozisyon mantıklarına ters. Hatta tam tersi, ve özellikle doğa görüntülerine yoğunlaşırsak, sanki özellikle bizim alıştığımız her türlü kompozisyonu kamera/yönetmen reddediyor gibi, çünkü birşeye alıştığımız kompozisyon mantığıyla bakıyorsak aslında alıştığımız ideolojiden yaklaşıyoruz demektir bir anlamda... Yani siz zaten anladınız ama demek istediğim şudur ki Apiçatpong'da doğa (büyük "Y" ile) Yönetmen'in hislerini dışavurması için bir araç değil, tersine tüm genişliğiyle algılanması beklenen, kompozisyonlara sığdırılmaması ve sıkıştırılmaması gereken, bizim yönettiğimiz değil sadece hissetmeye ve gizemini çözmeye çalıştığımız bir "şey".




Tabi bu da bazılarımıza Stan Brakhage'ın şu sözlerini hatırlatabilir: "İnsanların koyduğu perspektif kuralları tarafından yönlendirilmeyen bir göz düşünün… Kompozisyon mantığı tarafindan önyargılara boğulmamış, şeylere isimlerine göre tepki vermeyen, onun yerine hayatta her karşılaşılan objeyi bir macera sonunda algılayan bir göz… Yeşil kelimesini bilmeyen bir bebek için sizce çimlik bir alanda kaç değişik renk vardır?"


Yanlış anlamayın, kompozisyon mantığını reddetmek sadece deneysel sinemacılara özgüdür demiyorum (Rossellini ve Bresson'a ayıp olurdu azcık), ama deneysel sinemacılar da bunu bilinçli olarak yapmış ve üzerine düşünüp yazmışlar sonuçta.

Yoksa büyük tüm yönetmenler bildiğimiz kompozisyon mantığına darbe vurup ufkumuzu genişletmeyi becermişler diye düşünüyorum. Ve bu vesileyle Apichatpong Weerasethakul'a büyük yönetmenler listeme HOŞ GELDİN! diyorum.

Filmekimi'nden diğer iki tavsiyem: Uzun zamandır merakla beklediğim Kiarostami'nin yeni filmi Copie Conforme ve son olarak Toronto'da en son belgeselini izleyip hayran olduğum (Cave of Forgotten Dreams: 3D'nin şimdiye kadarki en güzel kullanımı!) Werner Herzog'un My Son, My Son, What Have Ye Done.


Bu filmlerin isimlerinin Türkçe çevirileriyle derdim var açıkçası... Tunç Şahin Twitter'da şöyle demiş, bayaa güldüm: 'Herzog'un "My Son, My Son, What Have Ye Done", filmini biz alsaydık, adını "Evladım, Evladım, Ne Yaptın Sen Yahu?" olarak vizyona sokardık.' Aynı şekilde Uncle Boonmee'nin Türkçesi de Önceki Hayatlarını Hatırlayan Boonmee Amcam olsaymış daha sempatik olurmuş bence.


Şimdiden iyi seyirler!